43’üncü İstanbul Film Festivali ile bu yıl filmlere oldukça doyduk, kültür-sanat meraklılarının yeniden o sinema salonlarına doluşmaları, günün anlam ve önemini ortaya koydu. Tüm gündelik sorunlardan kaçarak insanların orada bir katarsis yaşamaları kendilerine verdiği değeri ikiye katlıyor. Aslında festivaller tam anlamıyla bir birleşme noktası, hepimiz buna eşlik ediyoruz. Pandemi ile kaybettiğimiz yılların acısını çıkarttığımız İstanbul Film Festivali, hayattan kesitlerin sunulduğu panoramik bir fotoğraf makinesi sanki… Tüm anılarımızı çantamıza atıp, bize sunulan muhteşem seçkilere o güzel anıları taşımak gerçekten çok değerli. Salonların doluluk oranlarını da düşündüğümüzde, sinemanın halen ruhumuza hizmet ediyor oluşu, motivasyonumuzu arttırıyor ve duygularımızı dolu dolu yaşamamıza vesile oluyor. Seyirci ve perde arasındaki oluşan o bağ, umuyoruz ki daha nice festivallerle beraber devam eder.
Umuyoruz ki sizin için festivalden seçtiğimiz filmler hayatınıza dokunur ve kendinizden bir parça bulursunuz.
SEVGİLER HİLDE (EURE HILDE)
Hilde Coppi’nin hayat hikayesini anlatan “Sevgiler Hilde”, her ne olursa olsun yaşama karşı dik duruşu ve dirayeti savunan anti-Hitler filmi. Bu, sadece bir film değil, aynı zamanda bir hayat hikayesi; öyle bir hikaye ki, hayatın son noktasına kadar hiç durmadan çırpınan en kötü yeri; yani hapishaneyi bile bambaşka hale getiren ve hatta gardiyanları ağlatacak kadar duygulandıran Hilde’nin gerçekleri…
Bir insan hapiste bile nasıl uymacı olabilir diye düşünmeden edemiyoruz. Olumluyu olumsuza çevirmek kolay ama olumsuzu olumluya çevirmek zordur. İşte Hilde tam olarak bunu yapıyor. Baskıcı bir rejimin altında kendi karakterini bozmadan, iyiliği vurgulayarak rol model oluyor. Her insanın içinde bir parça dahi iyilik ya da vicdan olabileceğini gösteriyor, hatta bunu da film üzerinden inşa ediyor.
“Onurlu Ölmek” olgusunu filmin altına serpiştiren yönetmen Andreas Dresen, aslında hayatta her ne yaşanırsa yaşansın, soluk aldığımız her anın kıymetli olduğunu her minvalde ortaya koyuyor.
Bağışlanmak her insanın hakkıdır, hele ki, o insan erdemli bir karaktere sahipse… Düşünce özgürlüğünün önemini bir dönem filmi üzerinden tartışmak gerçekten takdire şayan. Fikir ayrılıkları hayatımızın içinde yer alıyor fakat önemli olan saygı çerçevesinde durumu kabullenmek, zaten insanı da insan yapan da farklı renkler ve farklı fikirler değil mi?
Dünyanın alamet-i farikası insanın kıymetli düşüncelerinin bir araya gelişindeki sinerjidir. Aslında bu bildiğimiz kahramanlık hikayelerinin sonunu farklı yazan bir film çünkü siyasi sistemler uyum sağlama fırsatçılığı ile destekleniyor. Seyirci hem filmde kendinden bir şeyler buluyor hem de sistemin içine giriyor. Tüm bu koşullarda “Acaba biz olsak nasıl davranırdık?” sorusu da bir şekilde akıllara düşüyor.
İdealler uğruna savaşıp savaşmamak ise işin açmazlarından biri. Bir yanda değişim diğer yanda hayatın sonu… Bu ayrımı iyi yapmak lazım. Ahlaklı insan olmanın özünü sonuna kadar korumak ise üzerimize düşen görevlerden.
ŞEYTANLA BİR GECE (LATE NIGHT WITH THE DEVIL)
Genelde bilinmeyen olgusuna insanlar tepkisel yaklaşır ve bilinmeyeni içselleştirip kucaklamazlar çünkü altında korku psikolojisi vardır. Bilinmeyen her zaman bir gölge gibidir, pusuda bekler, televizyon onun için tam biçilmiş kaftandır, “nasılsa TV ortaya bir şov çıkarır” yargısıyla oyununu sürdürür. TV gerçeklerle hayallerin bir araya karıştığı bir araç olduğu için tam olarak her şey muammadır. Peki, ya TV ortamında gerçekleşen paranormal olaylara ne demeli?
Bilindiği üzere bazı paranormal olaylar farklı yollarla ortaya çıkıyor, ne de olsa o olayların bir göstericiye ihtiyacı var. İnandırıcılığının azalıp algı oyununun ya da paranoyanın kazanması kuvvetle muhtemel.
Aslında bugün medya olmasaydı, olayların iç yüzünü hem sorgulamayacaktık hem de ‘bilinmeyen’ hep o şekilde kalacaktı. Buna iyi bir örnek olan buluntu filmi “Şeytanla Bir Gece” şeytana uymanın bin bir türlü halini perdeye yansıtıyor. Karanlık bilimleri küçümsememek gerektiğini medya üzerinden aktaran film, aslında karanlık ve aydınlığın arasındaki ince çizgide duruyor. Hani klişe bir cümle vardır; kanıtlanamayan herhangi bir olay ‘gerçek değildir’ diye, film de araya komedi öğelerini yerleştirerek bunu tartışıyor. Stephen King’den övgüler toplayan film, tebdil-i mekan yapmadan neredeyse tek bir mekan üzerinden hikayeyi inandırıcı kılmaya çalışıyor. Buradaki amaç aslında biraz da eski buluntu filmlere gönderme yapmak. 70’li 80’li yılların korku filmlerinde bu olayları sıkça izliyorduk, günümüzde de benzerini görmek bize nostalji yaşattı, o retro havanın içerisine girebildik. Her insanın meleklerle ve şeytanlarla bir arada olduğunu da unutmamak gerek; madalyonun arka tarafında her zaman bir şeyler gerçekleşiyor ve çoğu zaman onlara yanıt bulamıyoruz. Filmin sanat yönetimi tarafındaki güçlü argümanlar da bunu destekleyince sürekli çözüm odaklı olup kafamızdan ayrı bir senaryo yazıyoruz. Medya eleştirisi yaparak ders verme yetkinliğine haiz filme sadece bir korku-komedi janrı olarak bakmamak lazım, zira film kendi sonunuzu kendi bakış açınızla analiz etmenizi bekliyor.
Filmin 31 Mayıs’ta vizyona girdiğini de hatırlatmak gerek.
BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL
Düşünce biçimleri farklı olan kişilerin bir arada yaşamaları toplumsal bakış açısıyla değerlendirildiğinde, zor da olsa aslında mümkün çünkü tek yolu sevgiyi merkeze koymak…
Zıt merkezdeki karakterleri aynı merkeze toplayan “Bildiğin Gibi Değil” filmi hem savaşı hem de barışı simgeliyor. Yani ‘kır, dök ve birleştir’ gibi. Üç kardeşin sırlarla dolu geçmişi babalarının ölümüyle giderek gün yüzüne çıkıyor ve tamamen kontrolü kaybediyorlar. Herkes kendince otoriter ve güçlü olduğunu düşünüyor, ama öyle değil, tamamen bir kisveye bürünüyorlar, o kisve sadece buzdağının görünen kısmı, peki ya görünmeyen kısmı?
İç ve dış unsurlar ile birleşen çelişkiler kardeşlerin travmalarını tetiklediğinde, her taraftan kuşatılma yaşıyorlar ama burada önemli bir detay var o da kardeşlerden birinin kadın oluşu. Abileri her ne kadar ona sahip çıksa da huzursuzluk ve kontrolsüzlük karakterlerini ele geçiriyor. Eğer psikolojik olarak kişiler iyi durumda değillerse, kendilerini tamamlayamadıklarından ötürü hem kendilerine hem de çevrelerine zarar veriyorlar. Tamamlanamama hissi kaybolduğunda ise tüm kara bulutlar dağılıyor. Buradaki diğer bir kıstas da ölüm gibi ciddi bir meselenin bir virüs gibi yayılması. Olayları kabul eylemine geçemediklerinden dolayı kendi mutsuzluklarında boğuluyorlar. Ölüm de bir gerçek, ama hikayedeki ölüm biraz da metafor, zira kardeşlerin manevi ölümü fiziksel ölümden daha ağır basıyor, ta ki o sosyolojik sır ortaya çıkana değin…
Filmin en vurucu tarafı da bence bu. Hiçbir şey söylemeden eylemlerle veya imalı sözlerle sorunu dışa vurmak hiç kolay olmazken, bazı kavramların diyalogların içine yayılıyor oluşu da başka bir perdeyi aralıyor. Demek ki, kardeşlerin birbirlerine tekrar bağlanmaları için yeni bir şok geçirmeleri gerekiyor ancak o yolla kendi sorunlarını unutuyorlar. Kıssadan hisse; ciddi bir ‘tokat yemek’ ve o tokadı sindirememek vicdani bir baskının yeniden yaşanmasına neden oluyor. İnsanlar aslında kendi dünyalarıyla o kadar meşguller ki, diğer kişilerin neler yaşadıklarını göremiyorlar ve bir patlama yaşanıyor; işte bu da duygusal boşalma oluyor.
Empati olmadığında birden o kaçınılmaz son yeni zedelenmeler doğuruyor. “Borç” filmiyle kendinden söz ettiren yönetmen Vuslat Saraçoğlu’nun yazıp yönettiği “Bildiğin Gibi Değil”, üç karakterin etrafında dönen psikolojik bir film. Filmin en önemli karakterlerine can veren Hazal Türesan’ın hikayeyi doruk noktasına taşıyarak inandırıcılığını vurgulaması takdire şayan. Film ekibinin ve yönetmenin katılımıyla seyirci ile bağını güçlendiren hikayenin aslında ana mesajı şiddetin ve kadınlara yapılan her türlü haksızlığın son bulması. Kadınların özgürce ve rahatça yaşamaları gerektiğine değinen yönetmen Saraçoğlu zorbalığa karşı büyük bir çarpı atıyor.